27.05.2022 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren Türk Ceza Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile sağlık alanındaki düzenlemelerde de birtakım değişiklikler yapılmıştır. Kanun’daki sıraya göre incelemek gerekirse ilk olarak TCK’nın 113. maddesinde düzenlenen kamu hizmetlerinden yararlanma hakkının engellenmesi suçuna eklenen yeni fıkra ile suçun konusunun sağlık hizmeti olması suçun nitelikli hali olarak düzenlenmiştir. Bu noktada, 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’nun ek 12. maddesine 2020 yılında eklenen ek fıkra ile kamu görevlisi veya özel sektörde çalışan sağlık personellerine karşı kasten yaralama, tehdit, hakaret ve görevi yaptırmamak için direnme suçlarının işlenmesinin ilgili suçların cezalarında artırım sebebi olarak düzenlenmiş olduğunu vurgulamakta fayda vardır.
7406 sayılı Kanun ile sağlık personellerine karşı işlenen suçlara yönelik getirilen bir başka düzenleme de sağlık personellerine karşı işlenen kasten yaralama suçunun da CMK’nın 100. maddesinde düzenlenen tutuklama nedenleri arasına alınmış olmasıdır. Esasen böyle bir düzenleme hukukumuzda yine Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’nun ek 12. maddesinin ilk fıkrasında yer almakta idi. Ancak 7406 sayılı Kanun’un 13. maddesinde de belirtildiği gibi anılan düzenleme yürürlükten kaldırılmış olup sağlık personellerine karşı işlenen kasten yaralama suçu, CMK’nın 100. maddesinde tutuklama nedeni düzenlenen katalog suçların kapsamına alınmıştır. Böyle bir düzenleme değişikliği uygulamada herhangi bir farklılık yaratmamaktadır.
7406 sayılı Kanun’un sağlık alanında hukukumuza getirdiği en büyük yenilik Mesleki Sorumluluk Kurulu’dur. Bu Kanun ile anılan Kurul’a temelde iki büyük görev/yetki verilmiştir. Bu görevler/yetkiler; devlet veya vakıf üniversitelerindeki öğretim elemanları hariç olmak üzere kamu görevlisi olsun olmasın tüm hekim, diş hekimi ve sağlık personelleri hakkında soruşturma izni vermek ve Anayasa’nın 40. ve 129. maddelerinde yer alan, kamu görevlilerine rücu prosedürü kapsamında idarenin sağlık hizmetlerine ilişkin ödemiş olduğu tazminatlarda ilgili kamu görevlisine kusuru oranında rücuya karar vermektir. Bu Kanun öncesinde idarenin kendi bünyesinde olaydaki kusur oranına ilişkin yapmış olduğu soruşturma sonucunda düzenlenen rapora binaen idare ilgili kamu görevlisinden, ödemiş olduğu tazminatı kusuru oranında talep edebilmekte idi. Kamu görevlisinin bu talebi yerine getirmemesi halinde ise rücuya karar verme yetkisi asliye hukuk mahkemelerinde idi.
Soruşturma izni ise bu Kanun öncesinde yalnızca kamu görevlilerinin görevleri sırasında işledikleri suçlara ilişkin ceza soruşturmasının yapılabilmesi için ilgili makamlardan (valilik, kaymakamlık gibi) alınması gereken bir izin iken artık bu Kanun ile üniversite personeli hariç tüm hekim ve sağlık çalışanlarının görevleri esnasında işledikleri suçlara ilişkin ceza soruşturmasının yapılabilmesi için gerekli bir izin haline gelmiştir. Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’nun ek 12. maddesinde sağlık personellerine karşı işlenen suçlarda sağlık personellerinin kamu görevlisi olarak kabul edildiğine ilişkin hüküm yer almaktadır. Ben de Hekimin Görevi Kötüye Kullanma Suçu isimli kitabımda tüm sağlık personellerinin görevlerinin niteliği gereği kamu görevlisi olarak kabul edilmesi gerektiğini savunmuştum. Bu nedenle soruşturma izni alınması açısından da özel sektörde çalışan sağlık personellerinin de bu kapsama alınması kanaatimce yerinde bir düzenleme olmuştur. Fakat bu düzenlemedeki temel sorun, tüm Türkiye genelinde, tüm sağlık personelleri açısından soruşturma izni verme yetkisinin tek bir kuruma verilmiş olmasıdır. Ayrıca Kurul’un kararlarına karşı itirazları inceleme yetkisinin yalnızca Ankara Bölge İdare Mahkeme Mahkemesi olması da süreci daha da uzatacağı gerekçesiyle sıklıkla eleştirilen bir konudur. Kanaatimce bu düzenleme usul ekonomisi ilkesine aykırıdır.
Mesleki Sorumluluk Kurulu’nun rücu müessesesine ilişkin görev ve yetkilerine geçmeden önce Kurul’un yapısından bahsetmekte fayda vardır. 7406 sayılı Kanun’un 14. maddesinde Kurul’un Sağlık Bakanı tarafından belirlenen; bakan yardımcısı, sağlık hizmetleri, kamu hastaneleri, hukuk hizmetleri, yönetim hizmetleri genel müdürleri veya yardımcıları ile profesör veya doçent unvanlı biri dâhilî, diğeri cerrahi branştan iki hekim, olmak üzere yedi üyeden oluşacağı belirtilmiştir. 14. madde ile belirtilen kimselerden oluşan Kurul’a sağlık personellerinin, sağlık mesleğinin icrası kapsamında yaptıkları muayene, teşhis ve tedaviye ilişkin tıbbi işlem ve uygulamalar nedeniyle idare tarafından ödenen tazminattan dolayı ilgilisine rücu edilip edilmeyeceğine ve rücu miktarına, ilgilinin görevinin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle görevini kötüye kullanıp kullanmadığı ve kusur durumu gözetilerek Mesleki Sorumluluk Kurulu tarafından bir yıl içinde karar verme yetkisi verilmiştir. Bu düzenlemedeki en büyük sorun sağlık personellerinin görevlerini gerçekleştirirken kusuru olup olmadığına, özellikle de tıbbi uygulama hatalarının varlığına yalnızca iki hekimin karar verecek olmasıdır. Düzenlemeden anlaşıldığı üzere bu Kurul adeta karar vermeye yetkili bir bilirkişi kurumu niteliğinde olacaktır. Ancak Kurul’da bir dahili ve bir cerrahi branş olmak üzere yalnızca iki adet hekim bulunmaktadır. Örneğin Kurul’un karşısına gelen bir olayda Kurul’da görevli hekimler alanın uzmanı hekimler değilse ne olacaktır? Ayrıca bir dahili, bir de cerrahi bir branş denilmek suretiyle diş hekimliği, göz hekimliği gibi branşlar da açıkta bırakılmıştır. Kanun’un 14. maddesinde açıkça diş hekimlerinin de mesleğin icrası esnasında gerçekleştirdiği uygulamaların da bu madde kapsamında Kurul tarafından inceleneceği belirtilmiştir. Ancak bünyesinde diş hekimi olmayan bir Kurul diş hekimliğine ilişkin uygulamaları nasıl değerlendirecektir?
Ayrıca önemine binaen rücu konusunda ‘doğru bilinen bir yanlışa’ da değinmek gerekmektedir. 7406 sayılı Kanun tanıtılırken basında “Hekimler kasten gerçekleştirmediği hiçbir tıbbi uygulama hatasına ilişkin tazminat ödemeyecek” şeklinde ifadeler yer almakta idi. Kanun hükmü incelendiğinde kasta ilişkin hiçbir düzenlemenin yer almadığı, dolayısıyla basında yer alan bu ifadelerin gerçeği yansıtmadığı açıkça görülmektedir. Aksine, Kanun’da “ilgilinin görevinin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle görevini kötüye kullanıp kullanmadığı ve kusur durumu gözetilerek” ifadeleri kullanılmak suretiyle kusurun türünde herhangi bir ayrıma gidilmemiştir. Dolayısıyla, bu Kanun’un kapsamı açısından kusurun türünün herhangi bir önemi bulunmamaktadır.
7406 sayılı Kanun’un 15. maddesinde mevcut soruşturma ve rücu davalarına ilişkin düzenleme de yapılmıştır. Anılan hükme göre, bu Kanun’un yürürlüğe girdiği tarihten önce soruşturma izni kesinleşmiş olanlar hakkında bu Kanun’a göre soruşturma izni alınmasına ilişkin hükümler uygulanmaz, soruşturma ve kovuşturmalarına devam olunur. Rücu davaları açısından da Kanun’un yürürlüğe girdiği tarihten itibaren yargılanması devam edenler için davacıya Kurul’a başvurması için 2 aylık kesin süre verilir. Bu süre içerisinde Kurul’a başvuru yapılmaması halinde dava usulden reddedilir. Bu düzenleme ile ortaya çıkan bir diğer sorun da karar aşamasına gelmiş bir rücu davası açısından karar süresinin uzayacak olması dolayısıyla usul ekonomisine aykırılık sorunudur. Zira Kanun yürürlüğe girdiği tarihte görülmekte olan rücu davaları açısından asliye hukuk mahkemelerinde davacıya her ne kadar Kurul’a başvurmak için süre verilmiş olsa da Kanun’un 14. Maddesinin son fıkrasında Mesleki Sorumluluk Kurulu’na ilişkin usul ve esasların Sağlık Bakanlığı tarafından çıkarılacak yönetmelikler ile belirleneceği belirtilmiştir. Ancak, henüz bir Yönetmelik bulunmadığından başvuru usul ve esasları bilinmediği gibi Kurul’un halihazırda kurulup kurulmadığı, işleyip işlemediği dahi bilinmemektedir. Bu nedenle halihazırda mahkemelerce verilmiş olan 2 aylık sürenin boşa geçeceği aşikardır ve Kanun’da açıkça bu sürelerin kesin süre olduğu da belirtilmiştir. Bu durumda Kanun hükmünün lafzından henüz Kurul kurulamadığı ve 2 aylık süreler boşa geçeceği için mevcut tüm rücu davalarının usulden reddine karar verileceği gibi bir sonuca varılmaktadır. Ancak, özellikle karar aşamasına gelmiş rücu davaları açısından bu durumun adil yargılanma hakkına, usul ekonomisi ilkesine aykırı olduğu açıktır.